Türk’üm. Bende ‘Varlığım Türk varlığına armağan olsun’ diyerek büyüdüm. Yazılarımızın amacı yalnızca bir millete, milletimize ulaşması değil.Niyetimiz insanın insana saygısı ve ahlakı. Bir topluluğa uyumadan önce okuyabileceği birkaç satır yazmak da değil.Velhasıl gayemiz insanlığı uyandırmak ki, ancak emellerimize ulaşabildiğimiz takdirde rahatlar vicdanımız. Çoğunlukla aynı hislerle, aynı dertlerle, hatta aynı serzenişlerle büyümüş lakin birbirinden de bi o kadar farklı Türk nesilleri gelip geçmiş dolaştığımız sokaklardan. Bu tekerrür eden nesillerin zamanla farklılaşmasının en büyük etkeni bilgi aktarımıdır. İnsanoğlunun doğumundan bu yana yaşamış olduğu gelişmeleri, birbirlerinden öğrenerek, onlara özenerek ya da onları taklit ederek oluşturmuş. Bilgi, ilim döne dolaşa bugünlere kadar gelir, gelmeye devam edecektir. Bu noktada tarih gerek ders çıkarmak gerek yollara ışık tutmak hususunda vazgeçilmez bir bilim dalıdır. İlim, bilim ve sanat daha niceleri gibi ırk, millet, dil ve din ayırt etmeksizin paylaşılmalı; sonsuz ufka ulaşmalı, insanlığa ve insanoğluna her daim hizmet etmelidir. Geçmişe bir göz kırpacak olursak bu hizmetlerin başlıca durağı, bu gelişmelerin yuvası çoğu kez Osmanlı ve devamında Türkiye olarak tercih edilmiştir. Dünyanın dört bir yanındaki bilim insanları bu kutsal toprakları tercih etmiştir. Tarih 17 Eylül 1933 Berlin üniversitesinde ders vermekte olan Prof. Albert Einstein Nazilerin Almanya üzerindeki etkilerinin artmasının ardından kendisi çalışmalarını devam ettirmek adına Paris’e gitmiştir ve o yıllarda Almanya’da kalan diğer profesörleri kurtarmak amacıyla Atatürk’e bir mektup yazmıştır. Mektupta şu sözler fazlasıyla dikkat çekicidir. “Almanya’da yürürlükte olan yasalar nedeniyle mesleklerini icra edemeyen 40 profesör ve doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye’de devam etmelerine müsaade vermeniz için ekselanslarından rica ediyorum. Çoğu geniş tecrübe, bilgi ve ilmi liyakat sahibi bulunan bu kişiler birliğimize yapılan çok sayıda başvuru arasından seçilmişlerdir. Bu bilim adamları, bir yıl müddetle, hükümetinizin talimatları doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde hiçbir karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler.” Ve Einstein bu mektubu“ekselanslarının sadık hizmetkarı olmaktan şeref duyan Prof. Albert Einstein.” Şeklinde bitirmiştir. Her ne kadar o dönemin Başbakanı İsmet Bey bu mektuba olumsuz yanıt vererek Einstein’ı reddetmiş olsa dahi, dönemin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal vesilesi ile 1938 yıllarında 40 değil 190 bilim insanının Türkiye'ye tarafından kabulüne sebeb olmuştur. Bu bilim insanları Almanya’dan, Anschluss’tan, Avusturya’dan ve 1939 Nazi istilasından sonra Prag’tan gelmişlerdir. Farklı bir yaşam, farklı bir yaşam tarzının içine düşmüş olsalar dahi, onca sıkıntılara rağmen durmamış ülkemizde bilimsel çalışmalara devam ederek Türk eğitim sisteminin temellerini oluşturmuşlardır. Onlarca yıl bilim için bu ülkede kalmış, hatta vasiyetleri üzerine Türkiye’de gömülmüşlerdir. Prof. Fritz iktisat fakültesini, Ernst Reuter İskan Ve Şehircilik Enstitüsü’nü kurmuştur. Prof. Ernst Hirsch’nin Pratik Hukukta Metot kitabı hala büyün hukukçuların başucu kitabıdır. Türkiye bir dönem daha nice önemli bilim adamlarını toplamış ve toplamaya devam etmiştir. Bilim ve sanat tüm milletlerin ortak savaşıdır.Tıpkı duyguların, acının ve kederin; dili, dini, ırkı olmadığı gibi ilmin de dahil olduğu bir millet, ırk nesli yoktur. Bilgi böyle garip bir şeydir. Şişede hapsedilmiş bir cin gibi yıllarca durur, senin gelip kapağını açacağın anı bekler. Bilgiyi bekletmek insanlığın uyutulmasından kaynaklanmaktadır. Sağlam bir geleceğe yönelmek için geçmişimizi ve hatta şu anımızı bile okumamız gerekir. Bugün okuyunca şunu öğreniyoruz; insan koskoca bir milletin bu kadar uyuşmasına, gerçeklere gözünü kapatmasına şaşırmıyor değil. Bir an önce gözlerimiz aralanmaya başlıyor, günlerimiz aydınlanıyor elbette. Gün birlik olup yarınları aydınlığa götürme zamanıdır kardeşlerim. Hadi hep beraber; bilgiyi nesillerimizin ayakları altına serelim.
Ufukta güneş, ha yükseldi ha yükselecek
Köşe yazarı Melike Güneşer'in 'Ufukta güneş, ha yükseldi ha yükselecek' adlı köşe yazısı.